HUZURSUZ
Zaman yine geçmek bilmiyor. Zaman, zaman zaman bize bir çok şeyi öğretiyor,belletiyor da,biz neden zamana bir şeyleri en azından anımsatamıyoruz? Mesela geçip gidebileceğini! Bu tür alışılagelmiş ve gelmemiş düşüncelerle,hayallerle,zamanı ne durdurmak,ne geriye almak ne de ileriye taşımak mümkün gözükmüyor şu anda. Duvar saatinin sarkacı çıldırmışçasına bir sağa bir sola ekseni etrafında dönüp duruyor. Sağa,sola,sağa,sağa,sağa...Bir taraftan da gümüş parlaklığındaki kanatlı yüzeyiyle odadaki tüm cisimleri içine katıp,hepsini yeni bir renk karmaşasıyla rasgele yeniden oda içine doğru savuruyor. Gözlerimi sarkaçtan alamıyorum. Kaşlarım çatabildiği kadar çatık, gözlerimin akı kaskatı,dişlerimse hiç yapmadıkları biçimde birbirine kenetlenmiş durumda. Beklemedeyim, ama neyi, yahut niçin?
Derin bir nefes alıp yerimden doğruluyorum. Duvarda sessiz ama huzursuzca devinen saate doğru yöneliyorum ve küçük sarkacın kanatları arasına doğru serçe parmağımı uzatıyorum. Renk karmaşası durdu ama nafile,saniye ibresi hala titrek titrek adımlıyor yaşadığı zaman çemberini. Nefesimi bırakıyorum,artık özgür. Televizyon karşısında sus pus pineklemekte olan kardeşimse usulca göz atıyor olup bitene.
Saat bir buçuğu geçmek üzere. Gecenin içime kattıkları bir kez daha karmaşık ve yoğun. Korkunç bir gerilim birikmiş içime;bedenimi sarmalayan derim daha fazla dayanamayarak kendini yerçekimine teslim edecek sanki. Kısa devre olmalıyım bir an önce... Dışarı çıkmaya karar verdim ve hemencecik kafamda belli belirsiz bir eylem planı kurguladım. Hızla giyindim,yüzüme su serptim ve kabanımın iç cebine de bir kitap bir de Türkiye haritası attım. Anahtarlar...Dairenin anahtarı üzerimdeydi, kardeşimden apartman kapısının anahtarını aldım ve işte hazırdım.
"Gecikme ha", dedi
kardeşim. Bir şey söyleme ihtiyacı duymuştu,benim pek de oralı olmayacağımı bilmesine rağmen. Postallarımı geçirdim ayaklarıma çabucak. Lanet olsun, başımı ağrıtacak gibi görünüyordu bunlar ama başka da bir şey yoktu giyecek. Postallar yeşil bezli yazlık türdendi ve birkaç gün önce giymeye başlamıştım;belirgin kemikli topuklarımı paralayıp duruyordu,yumuşamamıştı henüz.Askeri malzemeler hep böyledir zaten;her iki taraf için de acı dolu bir uyum sağlama süreci sağlarlar;sen de yumuşarsın, o da...
Nöbetçi asansörü kullandım ve apartmandan çıkıp hızla yürümeye başladım. Hava yağmurlu ve soğuk. İzmit’in kışına uygun bir durum;yazları sıcak ve kurak,diğer mevsimler ise soğuk ve yağmurlu. Yaşadığım semt, şirin mi şirin bir tepenin suratının darmadağın edilerek tecavüze uğramasıyla oluşturulmuş bir toplu konut bölgesi ve benim yaşadığım bina da tepenin üst denebilecek kesiminde bir yerde,dolayısıyla öncelikle inmem gereken bir yokuş silsilesi var. Düze çıktıktan sonra ise batıya yani şehir merkezine doğru ağır ağır devam edeceğim. Bütün yolculuk temel olarak doğu-batı doğrultusunda ve bu doğrultuyu kesen çeşitli vektörler düzleminde gerçekleşecek. Yollar nehirlere dönüşüyor;yağmur suları büyük ve iğrenç bir partiye yetişmeye çalışırlarcasına aşağıya doğru dalga dalga akıyorlar ve kendi aralarında gülüşüp duruyorlar. Bu gülüşmeleri ise sadece tek bir ses sabote etmeye çalışıyor: Fabrika gürültüsü. Hızla akıp giden yağmur suları ve fabrika gürültüsü;birbirlerini inkar ediyorlar sanki.
Yokuş aşağı inmeyi sürdürürken çoğunlukla su davranışlarını izleyerek, beni büyük bir heyecanla götürdükleri yere doğru gidiyorum. Bazen delirmiş sular tuzağa düşercesine mazgallara dökülüveriyorlar,ama o kadar çoklar ki büyük miktarda su sinsi tuzakları da aşıp çılgınca yoluna devam ediyor. Sloganları açık: Bir ölürüz, bin doğarız, durduramazsınız, açın Türkiye’nin önünü!
Nihayet tepeden inme sürecini tamamlamıştım, koca karı binalar artık etrafımı çevirmiyordu. Birkaç yüz metre sonra üzerinde karayolu bulunan köprünün altından sessizce geçip,
'zamansız eylem' imin ikinci bölümüne geçecektim. Köprüyü geçtikten sonra,on dakika yürüyüş mesafesinde şehirlerarası otobüs terminali vardı, tabi bir gecede gezegenlerarası otobüs terminaline dönüşmediyse. Gerçi bu dönüşüm benim için iyi olurdu; yola çıkan ilk otobüsle Satürn’e giderdim ve böylece dünyevi rahatsızlıklarımdan kurtulmuş olurdum. Satürn’de ise sadece kozmik rahatsızlıklarım üzerine odaklanır ve belki de bir çözüm yolu bulurdum; muhtemelen oradan her şey bir başka görünüyordur! Otogarda soluklanacaktım biraz; ciğerlerim az da olsa boşalmıştı ve doldurulması gerekiyordu boşalan tüm şeyler gibi. Gece gündüz açıktı nasıl olsa terminal. Terminaller ve tren garları olmasaydı böyle soğuk havalarda ne yapardım, nerelerde soluklanırdım acaba? Tabi yaşanan zaman-mekana göre değişen cevapları var bu sorunun. Eskişehir’de garip bir öğrenciyken de zaman zaman gecenin bir anında yolum çıkardı buralara; otogar bir hayli uzaktı fakat tren garı şehrin içindeydi ve yazları tren garının hemen yanı başındaki çay bahçesi,köfteciler,kokoreççiler ve diğer muhtelif içerikli esnaf zevatı geç saatlere kadar çalışır vaziyette olurdu; günün her saati değişen yoğunluklarda bir dinamizme sahipti buraları. Eski bir şehrin eskimeyecek olan bir yaşam tarzıydı bu.
Köprüyü geçip terminal yoluna girdim. Birazdan içeceğim bir bardak bayat çayın hayalini kuruyordum. Hatta iki bardak içecektim, belki de üç! Tek tük araç geçiyordu yoldan; sol tarafa geçtim ve çamur içinde yürümeye devam ettim. Lanet olsun, şu benim sol bacak yine çamurla besleniyor, keyfine diyecek yok. Bacaklarım iki tuhaf kardeş gibi; biri ayağındaki çamurları yemeye bayılıyor, diğeri ise sadece tadıyor kendinden emin bir şekilde.
Arkamdan bir aracın sesi yaklaşıyor, biraz gürültüyle. İyice sola yanaşıyorum kazasız belasız çamur sıçratmadan geçip gitmesi için.Yavaşlıyor sanki, ki yanılmamışım, birkaç metre önümde durdu. Arabasına davet edecekti,biliyorum;istem dışı otostop bu olsa gerekti, çay içemeyeceğim için üzüldüm!
"Nereye böyle gülüm?"
"Merkeze doğru."
"Gelsene gülüm."
Gülüm mülüm iyi de, sapık neyin olmasındı bu adam, her gün haberdar oluyorduk böyle sapıkların maceralarından! Bu ve buna benzer fikir külliyatıyla bindim arabaya; beyaz renkli bildik minibüs-kamyonetlerdendi.
"Selamünaleyküm."
"Aleykümselam gülüm."
Bismillahirrahmanirrahim, dedim içimden.
Kafamı sola, arkaya doğru esnettim,ne var ne yok diye;malzeme falan hiçbir şey yoktu,bomboştu fakat hafif ıslaklık vardı zeminde ve tertemizdi. Adamın ne iş yaptığını düşünmeye başladım,diğer taraftan da yüzünü seçmeye çalışıyordum ama bunu sezdirmemeyi de ihmal etmiyordum içgüdüsel olarak. Şehir merkezine yürümeye devam etseydim,hızlı bir tempoyla en az kırk beş dakika sürerdi. Neyse, ayağım yerden kesilmişti artık, ama dönüşü kesinlikle yürüyerek yapacaktım,sabaha kadar zamanı tüketmeliydim bir şekilde,amacım buydu
Konuşmaya niyetim yoktu aslında, adamın da konuşmaya pek niyeti yoktu sanki ama usuldendir diyerek ilk cümlemi sarf ettim:
"Nereye böyle abi,veya nerden?"
"Bi arkadaşı bıraktım evine, Alikahya’da oturuyor. Sen napıyon böyle,canın mı sıkıldı?"
"Evet, zaten uyku muyku da yok,yürüyerek şehre doğru uzanayım dedim."
Adam
'Ne işin var bu saatte dışarda,hayırdır?' diyerek durumu sorgulamaya girişmemişti.
"Öğrenci misin?"
Beklediğim soruydu bu,keşke yanılsaydım,fix bir muhabbet başlayacaktı şimdi;öğrenci değilim,elektronik mühendisiyim diyecek,sonra da işsiz olduğumu ekleyip,memleket meselelerine filan kayacaktık!
"Değilim, elektronik mühendisiyim."
"Güzel, çalışıyon mu?"
"Hayır, işsizim; üç sene oldu okulu bitireli,askerden geleli de iki ay oldu, şimdi iş arıyorum."
"Şimdi..." diye söze başladı adam; kabus başlıyordu.
"Şimdi, Türkiye öyle durumda ki, sen bile iş bulmakta zorlanırsın. Bak ben hala çalışıyorum,dükkanı kapadım,yeni eve dönüyorum. Ben de erkenden evime gitmek isterim ama olmuyor, iki yakam bir araya gelsin diye geç saatlere kadar çalışıyorum."
Ne iş yaptığını sormadım, iyi bir anlatıcıya benziyordu zaten ama büfeci olabilir diye tahminimi yaptım.
"Ben Romanya göçmeniyim," diye devam etti.
"Neresinden abi Romanya’nın?" Romanya deyince dayanamadım,hep istemişimdir Transilvanya civarından,Karpatlar’dan biriyle karşılaşmayı. Gerçi Transilvanya’da veya o bölgeye yakın yerlerde yaşayan Türkler olduğunu sanmıyordum ama belli mi olurdu, Türk dediğin yeryüzünün her tarafında ortaya çıkıyordu ve bu soruyu sormam gerekiyordu!
"Vaniş diye bir yer var Romanya‘da, çok küçük bir kasabadır, Karpatlar'a yakın sayılır ama, biliyorsundur Karpatlar’ı, şu meşhur Drakula’nın yaşadığı yer."
Bir anda içimden bir ses 'Yanlış ata oynuyorsun dostum' deyiverdi. Çocukluğumdan beri biriktirdiğim tüm korku sembolleri gözümün önünden geçmeye başlamıştı. Gülümsedim,hoşuma gitmişti bu durum, işte Karpat’lardan bir iz vardı yanımda,tam da istediğim gibi.
"Ciddi misin sen abi,şaka falan değil umarım,neden dersen bu cevabı alabilme ihtimalini düşünerek sormuştum sorumu. Karpatlar’ın Drakula’sını bilmez olur muyum, hem de iyi bilirim. Ama Drakula’yla falan bir ilgin yoktur senin herhalde."
Kahkahalarla gülmeye başladım,dayanamamıştım. Adam da gülmeye başlamıştı.
"Yok canım Drakula’yla falan işim olmaz. Vaniş’den görünür sadece Karpatlar, dağlar olağanüstü güzel ve heybetlidir.Gitmeyeli de baya uzun zaman oldu, özledim bak şimdi."
"En son ne zaman gittin Vaniş’e, veya Romanya’ya diyeyim?"
"Üç sene oldu. İki üç senede bir gitmeye çalışırım, ufak tefek işler bırakırım orada,ayağımı kesmemek için."
"Türk müsün abi? Yani Romanya’dan göçme Türk mü yoksa Romen misin?" Komik bir soruydu ama cevabı anlaşılır olacaktı nasıl olsa!
"Yarı yarıya diyelim, anne Türk baba Romen.Uzun hikaye,sen şimdi merak ediyorsun kim bu adam neci falan, farkındayım yani ama zaman yetmez anlatmaya, geldik sayılırız merkeze."
Memleket meselelerinden daha ilginç ve güzel bir hikayesi vardı adamın muhtemelen ve ben de tarifsiz bir zevk alacaktım dinleyip müdahale etmekten fakat adam haklıydı,yolculuk bitiyordu. Şimdiden kafamda kanlı ve hüzünlü senaryolar dolaşıyordu.
"Bir gün,bir gece karşılaşırız yine belki, o zaman mutlaka dinlemek isterim abi öykünü."
"İnşallah gülüm, anlatırım. Sen de anlatırsın bir şeyler. Anlaşılan meraklısın gecelere, yine böyle geceleyin karşılaşırız belki falan diyorsun."
"Geceleri severim,yolum daha çok çıkar bu saatlerde dışarı, sen de gece geç saatlere kadar çalışıyorsun, ayrıca gece karşılaşmayı tercih ederim seninle."
"Neden?"
"Eriyip gitmeni istemem de ondan!"
Kahkahalarla gülme sırası ondaydı,neredeyse arabayı yoldan çıkarıyordu,ben de kendimi bırakmıştım,karşılıklı eğleniyorduk artık. Birkaç dakika sessizce devam etti yolculuk ve nihayet ayrılma vakti gelmişti.
"Sağda ineyim ben."
Arabayı sağa çekti,durdu. Sola çekemezdi zaten.
"İyi geceler gülüm,kendine iyi bak. Belli ki cesur birisin ama belli olmaz biliyorsun, ıssız sokaklara pek girme derim."
"İyi geceler, iyi güldük gece gece,çok sağ ol. Bu arada ne iş yapıyorsun abi?"
"Aslında şaşırttın beni şimdiye kadar sormayarak, sence ne olabilir,hadi bakalım?"
"İlk başlarda büfeci falan olabileceğini düşünmüştüm."
"Şimdi?
"Büfeci veya değil ama sonuçta ticaretle uğraşıyorsun sanırım ve kendi işini yapıyorsun."
"Genel oldu bu ama yine de iyi bi tahmin. Ticaret ama deniz yoluyla,limanda küçük bir ofisim var. Yunanistan, İtalya, Libya,Mısır....her tarafa mal pazarlayan büyük bir şirketin bazı işlerini yapıyorum."
"Romanya?"
"Evet ,Romanya da var."
İkimiz de aynı anda gülümsedik
"Hadi hoşça kal",diyerek ayrıldım arabadan ve hızla şehir içine doğru yürümeye başladım. Karanlık hala hüküm sürüyordu ve ben kendimi biraz olsun daha iyi hissediyordum. Şüphesiz bunda ayaklarımı yerden kesen yaklaşık on beş dakikalık tuhaf birlikteliğin etkisi vardı. Beynimde dolanan türlü senaryolarla tren istasyonuna doğru yöneldim ve bir şarkı mırıldanmaya başladım:
Göklere çevir yüzünü,
Aradığın huzur orada, turuncu benekli bulut orada.
Okyanuslara çevir yüzünü,
Kaybettiğin mutluluk orada,gülümseyen çocuk orada.
Otogarın çayını içememiş olmanın bayat tadı hala dudaklarımdaydı, bu yüzden adımlarımı sıklaştırarak şehri ikiye bölen eski demiryolu caddesinde,istasyonu türlü şekillerde kafamda canlandırarak yürümeye devam ettim. Yeniden çay bardaklarını saymaya başlamıştım;çay,bir çay daha,çay...Belki boşuna sayıyordum çünkü gar açık olmayabilirdi de,bu duruma dair net bir bilgim yoktu. İzmit’e olan güvensizliğimden dolayı,istasyonun kapalı olması ihtimali güçleniyordu kafamda. İyi de,İzmit’te bu saatlerde hiç mi yolcu indirip bindirmiyordu trenler? Bunu da ayarlamışlardır meçhul aktörler şehri yaralamak için,diye düşünmeden edemedim. Lanet olsun! Ayaklarımda bir halsizlik belirmişti birden, botlardandı,kemirip duruyorlardı topuklarımı; tavşanın abartı ön dişleriyle tombul bir havucu didiklemesi canlandı gözlerimin önünde birden;hart,hart,hart...
Gar görünmüştü,binanın bana bakan tarafının zemin katındaki odalardan birinin ışıkları yanıyordu. Ana lobi ise karanlık gözüküyordu ve sinirlenmeye başlamıştım. Hızla giriş kapısına yöneldim,kapıyı ittim,hala umutluydum ama açılmadı. İçerideki küçük bekleme salonlarına açılan koridordan ışık geliyordu ama kimsecikler görünmüyordu ortalıkta. Işıkları yanan zemin kattaki odaya yöneldim,içeriyi kolaçan ettim fakat nafile,oda bomboştu. Çevreme bakındım, bir polis arabası gara doğru yaklaşıyordu,daha doğrusu muhtemelen gar önündeki caddeden geçip yoluna devam edecekti;rutin devriyelerden biriydi besbelli. Yine de kendimi hazırladım sürpriz bir kimlik kontrolüne ve tekrar şehir merkezine doğru yöneldim gar binasından uzaklaşarak. Polis aracı da ağır ağır sessizce geçti gitti yanımdan;suçsuz olduğumu anlamışlardı.
Eee, şimdi ne yapacaktım peki? Gar açık olsa ne güzel olacaktı,hadi çaydan vazgeçtim,bulunmayabilirdi de ama en azından kıçımı koyup, kabanımın iç cebinde sabırsızlıkla bekleyen kitabımı okuyup zaman geçirebilecektim,birkaç sayfa iyi giderdi şimdi.
Ah İzmit,vah İzmit... Açık kahve,çay ocağı filan da bulamazdım şimdi,ortada kalmıştım anlaşılan. Çorbacılar vardı ama şöyle berbat bir işkembe çorbası içmeden de oturulmazdı ki oralarda,usule uymazdı yani. Bi çayınızı içip kalkıcam desem, zaten çayı çorbadan sonra ikram ederlerdi normal koşullarda,parayla da değildi. Kısaca hoş olmaz diyerek durumu karara bağladım ve demiryolu caddesi boyunca doğuya yani Kars’a, doğduğum binsekizyüz rakımlı topraklara doğru yürümeye devam ettim...
Kafamda milyonlarca tilki dolaşıyordu ve bunların sadece biri gerçekti,bundan emindim. Diğerleri gerçeğin, yani gerçek tilkinin bilinçaltından yahut tutsak hayallerinden fırlamış tilkiciklerdi, copy-paste tilkilerdi! Sokaklarda tek bir canlı göremiyordum şu an için,ne komik, sadece ben varım görünen ve hareket eden canlı organizma olarak. Deniz Pavyon’un olduğu ara sokağa yöneliyorum. Neydi bu Deniz Pavyon muamması? En az on beş yıldır bu mekan burada şehrin göbeğinde yahu, diye söyleniyorum. Tanıdığım kimse de buranın nasıl bir mekan olduğunu bilmiyordu, yanlış kişiler tanıyordum sanırım. Bildiğimiz yahut bilmediğimiz pavyonlara pek benzemiyor burası, önünde kimse bulunmaz, sessiz sakin gizli bir yer havasında. İçeride neler dönüyordu acaba, ilk müşterisini içeriye almaya başladığı andan beri içinde ve dışında ne serüvenler yaşadı,yaşattı? Kimleri yedi bitirdi,kimleri huzura kavuşturdu? Peki bunca senenin pavyon kadınları nerede,ne yaptılar,İzmit’te nasıl yaşadılar,çalıştılar,öldüler? Şehrin tek pavyonu olmasının getirdiği tonlarca yükü nasıl sırtlıyordu acaba,yoksa içerisi devasa bir hizmet alanı mıydı? Bu ve buna benzer fikir kırıntılarıyla pavyonun bulunduğu ara sokağın başında yavaşladım,yürümeyi sürdürerek. Deniz Pavyon tabelası yanıp sönen ikinci hatta üçüncü sınıf renkli lambalarla donatılmış, yıllardır olduğu gibi ışıl ışıldı. İki genç adam pavyonun yanındaki mağazanın vitrinini seyrediyorlardı. Duruma bak! Pavyondan mı çıkmışlardı da bakınıyorlardı yoksa basit bir şehir turu muydu onlarınki de?! İki gencin hemen üç beş metre uzağında adamın biri cep telefonuyla konuşuyordu;muhtemelen pavyonla ilintili biriydi,ya kapı görevlisi ya da müşteriydi. İki üç saniyede sokak ağzını geçmiştim. Deniz Pavyon yine bir muammaydı ve ona yakışan da buydu zaten. Bir gün çözecektim bu muammayı mutlaka, kendime söz verdim, hem de müşterisi olacaktım sanırım.
Halkevi’ne doğru yürümeye devam ettim. Bu arada yorgunluk hissi artıyordu ve bu kadar kısa sürede yorulacağımı tahmin etmiyordum. Neyse ki irademe güveniyordum, beni yarı yolda bırakmayacaktı. İrademin irade gücü ve onun irade gücü ve onun da irade gücü......
Saatime, daha doğrusu cep telefonumun saatine baktım,üçe geliyordu. Hala çok erkendi...
Karşıma çıkan otelleri inceliyordum ki, kafam bol çeşitli hayallerle yeniden dolmaya kaynamaya başladı; çalıştığım zamanları,savrulduğum,otellerinde tüneyip lokantalarında tıkındığım şehirleri hatırladım. Sürekli yaşadığım bu şehrin de otellerinden birinde kalmam lazım, dedim kendim kendime,bir gece de olsa. Mütevazi, yıldızsız yahut tek yıldızlı bir otel olmalıydı. Kafamda bir tane belirlemiştim bile,yeni açılmış tek yıldızlı bir otel vardı önünden sık sık geçtiğim,orası olabilirdi. Başka bir yer de olabilirdi tabi,daha ilgi çekici bir yerde hatta mümkünse körfezi gören bir oda hiç fena olmazdı. Ve o gece kesinlikle yanımda bir korku kitabı olacaktı, kısa öykülerden oluşan bir seçki olabilirdi mesela. Küçük bir oda, yatağımın başucunda kahverengi bir komodin,karşımda yine kahverengi tavana kadar uzanan bir gardırop,sağ tarafımda duvara bitişik çekmeceli bir ayna ve önünde küçük ve alçak bir tabure. Komodinin üzerinde yahut yatağın baş tarafında duvarda bir gece lambası ortamı bütünlerdi kesinlikle. Böyle bir odada defalarca yatıp kalkmıştım,bir kez de burada olacaktı ve ilk fırsatta yapacaktım bunu. Karpatlar’ın prensi Vaniş ne yapıyordu şimdi acaba? Adını Vaniş koymuştum bile. Romanya, Vaniş, Karpatlar,göç, Türk,Romen,İzmit,liman,deniz,ticaret,gece ve ıslak zemin! Hımmmm....Çift kişilik bir oda tutup geceyi Vaniş’ le mi geçirseydim acaba? Böylece katilin o olup olmadığını çözerdim, gerçi katil her zaman için ya uşaktı ya da efendi.
Her şeyin her an olabileceğine inanan biri olarak Vaniş’in gerçek bir vampir olabilme ihtimalini de düşünüyordum. Gerçek olmasa bile yüzlerce,binlerce,farklı,inanılmaz yaratıcı vampir öyküleri yazılmış,söylenmiş,çizilmişti şimdiye kadar. Tabi Drakula diğer vampir öykülerinin ve söylencelerinin kitaplaştırılmış ilk kaynağıydı ve kahramanıydı bildiğim kadarıyla ve bir gerçeğe dayanıyordu bir çok söylencede olduğu gibi. İlk Drakula olan, Bram Stoker’s Drakula, efsaneyi İstanbul’un Türkler tarafından fethine kadar götürüyor ve bir lanete bağlıyordu, ki filmi de bu doğrultudaydı. Sonuç olarak yüz yılı aşkın bir süredir bitmek tükenmek bilmeyen Drakula maceraları peydahlanıp durmakta. Aklıma Martin Mystere’in yaşadığı bir maceradaki New York vampirinin öyküsü geldi birden, neredeyse unutmuştum bunu , bir çizgi roman kısa öyküsü olarak gerçekten alternatif bir yaklaşımdı ve çok güzeldi. Kahramanımız,yani vampirimiz New York’ta yaşamaktadır ve gerçek kişiliği dışında iki farklı kimlikle daha yaşamaktadır. Her iki kimliğinde de korku romanları yazarıdır ve büyük yazarlar için ısmarlama öyküler,romanlar yazmaktadır. Bir taraftan da yaşamını sürdürebilmek için çeşitli yollardan kan elde etmeye çalışmaktadır ve bunu yaparken de iyi niyetli davranmaktadır,kimsenin canını yakmak istememektedir aslında! Cinayetlerin ortaya çıkmasıyla ve sürecin gelişmesiyle beraber yolu Martin Mystere ile kesişir ve ona efsanesinin ardındaki gerçeği anlatır. Hikayenin hoş taraflarından biri de buydu zaten:
Vampirin gerçek adını hatırlamıyorum ama soyadı Strauss’du. Şu ünlü besteci aile Strauss’larla akrabadır ve Avusturya’da yaşamaktadır. 19. Yy. ın ikinci yarısında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ordusunda genç bir subaydır. Saraybosna bir anlaşma ile Osmanlılar’dan alınmış ve oranın kontrolünü sağlamak üzere görevlendirilmiştir. Saraybosna’da görev yaparken oradaki köylülerle iyi ilişkiler geliştirmeye çalışmaktadır ve onların anlattığı eski ve çok kültürlü izler taşıyan efsaneleri,öyküleri dinlemektedir. Köylülerin aralarında korkuyla adını fısıldadıkları biri vardır. Strauss hikayeyi köylülerden tam olarak öğrenemez çünkü anlatmak istememektedirler fakat adını bir gün birilerinden duyar:VRKLAK. Evet köylülerin taktığı ad budur, tıpkı bir insana benzemektedir ve köylülerin kanıyla beslenmektedir,bunun için de zaman zaman ortaya çıkmaktadır. Bir gün açık arazide Türklerle yaşanan bir çatışma sonrası adamlarının hepsi ölür ve kendisi de ağır yaralanır. Türkler öldü zannederek onu bırakırlar ve birkaç gün öylece yerde yatarak ölmeyi bekler,hareket edememektedir. Bir gece kendisine doğru birinin yaklaştığını hisseder. Gelen Vrklak’tır. Damarlarındaki kanı içmektedir ve tarifsiz hisler içindedir Strauss. Sabah uyandığında kendini gerçek bir ölü gibi hissetmektedir fakat aynı zamanda yaşıyordur ve iyi hissetmektedir. Tabi bu durumu açıklayamamaktadır ve askerlerinin kaldığı köye doğru yola çıkar. Köye vardığında gördüğü manzara dehşete düşürür onu: Köylüler bir Vrklak’ın üzerine çullanmışlar ve öldürmeye çalışmaktadırlar. Vrklak korkunç bir güce sahiptir fakat sonunda yenilir ve kalbine dişbudak ağacından yapılma bir kazık saplanarak öldürülür.
Sonuç olarak, Strauss yüz yılı aşkın bir zamanın içinden geçerek New York’a gelir ve daha önce de birçok kez yaptığı gibi yeni bir yaşam oluşturur burada. Bu arada Martin’e vampirlere ilgili yanlış bilinenlerden ve gerçeklerden bahseder; güneşte eriyip gitmemektedirler fakat güneş açıklanamaz bir biçimde rahatsızlık ve huzursuzluk vermektedir,bu nedenle uzun süre güneşte kalamamaktadırlar. Burada Strauss’un güzel bir teorisi var ayrıca; gündüzün getirdiği insanlara ait yaşam biçimi ve insanlardan farklı olmalarının yarattığı ve hatırlattığı bir tür vicdan azabı yahut nefret hissi acı dolu bir huzursuzluk oluşturmaktadır bedenlerinde ve ruhlarında. Bu nedenle de geceler onların yaşam biçimleri için uygun bir ortam sunmaktadır. Ayrıca sarmısaktan gerçekten hoşlanmıyorlar fakat öldürücü bir etkisi falan yok. Bu konuda da Strauss’un bir teorisi var;sarmısak insan bedenindeki parazitleri ve bakterileri yok etmede etkili bir maddedir ve vampirler de insan kanıyla beslendikleri için bir tür parazitlerdir. Başka canlıların kanlarıyla da beslenebiliyorlar fakat doyurucu değil ve insan kanıyla beslenmedikleri zaman değişen periyotlarda acı dolu krizler geçiriyorlar. Tabutta uyumaları da bir efsane; mütevazi,rahat herhangi bir yatak yeterli olurmuş. Normal silahlarla ölmüyorlar gerçekten de,hatta bir keresinde başına ateş ederek intihar etmiş fakat ölmemiş. Dişbudak ağacı gerçekten de tespit edebildiği tek öldürme veya zarar verme aracı fakat ille de kalbe kazık saplamak şart değil;hayati herhangi bir organa zarar vermek yeterli,tıpkı normal insanlar gibi. Haçtan falan da korkmuyorlar. Belki Hıristiyan vampirlerin, günahlarını hatırlatması nedeniyle vicdan azabı çektiklerini ve bu yüzden haçtan kaçtıklarını söylüyor. Ayrıca herhangi bir dinden olabileceğini söylüyor vampirlerin fakat kendisi şimdiye kadar Müslüman veya Yahudi bir vampirle karşılaşmamış ve karşılaştığı vampirlerin kiminin gerçek birer cani kimininse beslenme dışında tamamen zararsız olduklarından bahsediyor. Hatta 2. Dünya Savaşı sırasında böyle cani bir vampiri kendi elleriyle öldürmüş. Ayrıca kurda veya yarasaya dönüşmek gibi bir meziyetleri de yoktur! Tabi Martin hayretler içinde dinlemektedir vampirin anlattıklarını ve sonunda şöyle der: Peki neden benimle konuşmak istedin? Strauss da gizemli olaylarla ilgilendiğini bildiğini,kendisini anlayabileceğini düşündüğünü ve son olarak kendisiyle görüşmek istediğini söyler. Martin ‘son olarak’ la neyi kastettin,der ve o anda vampirimiz cebinden bir tabanca çıkararak kafasına dayar; “Elveda Martin,cebimdeki mektubu oku.”
Vampir yere düşer ve Martin’in gözü önünde hızla bir toz kütlesine dönüşür;sonunda ölmüştür. Martin mektubu ceketin cebinden alır ve okur:
"Gördüğün gibi sevgili Martin, vampirlerin öldükleri zaman küle veya toza dönüşmeleri efsanesi de başka bir gerçek. Not: Mermi dişbudak ağacındandı. Strauss"
Çizgi macera bu şekilde hüzünlü bir sonla bitiyordu ve Martin Mystere her zamanki gibi geceleyin uyumadan önce klavyesinin başına oturup, yaşadığı inanılmaz olaylarla ilgili neleri nasıl yazması gerektiğini derin derin düşünüyordu...
Kendimi kaptırmıştım yine fantastik dünyanın hiç bitmeyen tatlı akıntılarına. Çevreme dikkatlice bakındım, birkaç yüz metre arkamda kalmış olup bana doğru kol kola yalpalayarak yürüyen iki sarhoş dışında kimse görünmüyordu. Ara sokaklara girip çıkma,sonra yeniden demiryolu caddesine dönüp bir süre yürüyüp, tekrar aralara sapma çok yormuştu beni. Vücudum iyice ısınmıştı, yanıyordum. Hava hayli soğuktu ama ben cayır cayır yanıyordum. Bir kış gecesi,karlar altındaki çam ağaçlarının coşkuyla yanışları canlandı gözlerimin önünde;kar içinde renk cümbüşüyle sarmalanmış kızıl güneşler. Ne yazık ki bu lanet kente pek kar yağmıyordu ve ben kar yağışını çok severim;yağışını,yerde soluklanmasını,birikmesini,üstünde ve altında yürümeyi hatta yemeyi. Eriyip yok olmasından nefret ediyorum tabii. Topu topu birkaç gün adamakıllı kar yağar buralara ve o da aynı günler içerisinde eriyip gider. Şimdi kar yağsa ne güzel olurdu;kar yağarken gökyüzüne bakmaya çalışarak yürümenin zevki tarifsizdi benim için, ayrıca bu ıssızlıkta ve karanlıkta yağması ayrı bir boyut katacaktı eylemime. Ama yağmayacaktı ve bu sonuç benimle ilgili değildi.
Neyse ki demiryolu caddesi gibi uzun ve düz bir cadde şehrin içinden geçip gidiyordu yolunu kaybetmiş dev bir yılan gibi. Çınar ağaçları da cabası,her ne kadar şu anda çıplak ve kanadı kolu kırık olsalar da. Onlar şehrimiz ve şehrimizin müstakbel sakinleri kara kargalar için paha biçilmez mücevherlerdi ve kanatılmazlarsa hep öyle kalacaklardı. Yolun sağından, binaların altından geçerek üniversiteye doğru yürüyüşümü sürdürdüm, Endüstri Meslek Lisesi’ne yaklaşıyordum ve benim okulumdu bir zamanlar burası. Daha sonra acımasızca zamanımı harcadığı gerekçesiyle okulu Milli Eğitim’e satmıştım. Üç koca seneyi de burada, Teknik Lise’nin yanık elektronik devre kartları kokan koridorlarında,sınıflarında ve atölyelerinde harcamıştım fakat iyi bir alışveriş miydi hala kuşkuluyum. Yolun diğer tarafında,yani solunda elli metre kadar uzağımdaydı şimdi. Benim öğrenci olduğum zamanlarda da burada bulunan bir kırtasiyenin önünden geçmek üzereydim ki korkunç bir ses kulaklarımı parçalamaya başladı. Oto alarmı sandım önce; yanından geçtiğim araçlardan biri yanlış alarm veriyor herhalde diye düşünürken, kırtasiyenin kapısının üst kısmında iç tarafta bulunan ışıklı alarmı fark ettim. Manyak derecede gürültülü bir sesti bu;kulak zarlarım varlıklarını,orada içeride bir yerde bulunduklarını hatırlatıyorlardı ısrarla. Hiç durmadan yürümeye devam ettim lakin durumun benimle bir ilintisi olup olmadığını da merak etmiyor değildim. İleride sağda bulunan ‘Blue Bead’ isimli bardan elinde paspasla biri çıkmıştı dışarıya ve bana doğru yani olaya doğru bakıyordu. Birazdan polisler damlardı sanırım. Arada bir arkama dönüp bakıyordum,gelen giden var mı,ne oluyor falan diye ama bir hareket göremiyordum. Yanlış alarm olması gerekiyordu;ben önünden geçerken çalmaya başladı ve ortalıkta da hırsız veya başka şüpheli biri veya bir durum yoktu. İşe bak yahu,tek şüpheli olarak sorguya alınmak da vardı şimdi,bu saatte. Önce bir gürültü koptu ardından da ses kesildi. Geriye doğru bir kez daha baktım lakin hiçbir şey anlamadım,ne oldu ne bitti,katil kimdi? Boş verdim, kaybolmaya yani yürümeye devam ettim,olay benden uzaklaşmıştı artık...
Bir milyon tilkinin hangisinin gerçek olduğunu bulmaya çalışırken, “bu gece” yi yazma fikrini düşündüm. Bir şeyler yazma eğilimi sürekli tazeliğini korurdu zaten içimde. Bu konuda zaman zaman çok doluyordum fakat o her zamanki ve mekanki sinsi eylemsizlik biçimi birdenbire ortaya çıkıp avucunun içine hapsediyordu beni. Geçmişte karaladıklarım geldi aklıma; daha çok iç patlamalarımdı onlar ve başkalaşma sürecini yaşayan kaygılı ve sabırsız bir canlının geride bıraktıklarıydı. Kendimi yazıya dökme biçimleriydi. Kafamda toparlayıp bütünleştiremediğim şeyleri yazarak becerme çabalarıydı: Bir tür boşalma işlevi.
Öykü denemeleri yazarak olumlu bir başlangıç yapmak istiyordum,herhangi bir türden olabilirlerdi. Ne olursa olsun;öykü,şiir,deneme,düzyazı veya melez türler,serbest biçim vs., benim için esas olan aktarım biçiminin yazma eylemi ile somutlaşmasıydı. Bu anlamda, tamamen bana özgü yazma biçimleri de ortaya çıkabilirdi.
“Bu gece” yi nasıl yazardım acaba?Hızlı bir kurguyla olduğu gibi, sanki elimde kağıt kalemle bir taraftan yürüyor bir taraftan da yazıyormuşum gibi mi olurdu yoksa daha özenli,biraz renklendirerek, farklı bir kurguyla mı olurdu? Yahut başka bir biçimde mi? Mesela, on beş dakikalık zoraki otostop sürecini olduğu gibi kısa ve basit mi, yoksa içine bazı senaryolar serpiştirerek gerek zamanda, gerekse mekanda oynamalar yaparak mı yazardım?
Bu ve buna benzer sayıklamalarla, huzursuzluğun tetiklediği ‘bu gece’ yi yazmaya karar verdim, kesinlikle yazacaktım bir şeyler,ne olursa olsun. Eve varır varmaz mı yazmaya başlardım yoksa sonraki birkaç gün içinde mi bilemiyordum ama dökecektim yazıya bu basit yürüyüşümü ve sonuç olarak basit bir yazı olacaktı. Yaşanmışlığa dair bir yazın alıştırması olacaktı;belki gelecek adına belki de sadece kendi adına.
Üniversiteye doğru yaklaşırken adliye binasının bulunduğu sokağa,sağa doğru saptım;sokak, üzerinde birkaç kafenin de bulunduğu,karayoluna açılan,yaklaşık iki yüz metrelik bir uzunluğa sahipti. Sokağın sağ kolunda bulunan benim de arada sırada gittiğim Sedir Kafe’nin önünden geçerken içeriye doğru bir göz attım; mekanın iç tarafındaki sedirlerden birinin üzerinde adamın biri kıvrılmış vaziyette uyuyordu. Belki de baygındı yahut ölü. Uzanmıştı ve gözleri kapalıydı demem duruma açıklık kazandırır sanırım ama gözleri tam olarak kapalı da olmayabilirdi. Bu durumda,sedirde uzanmış bir adam vardı, demem beklenen kesinliği sağlar duruma. Mekan sahibini tanıyordum,bazen kafede sabahlıyordu. Ayakta olduğunu görsem kesinlikle kapısını çalıp biraz soluklanırdım. İlk izlenimim yatan kişinin o olmadığı yönündeydi ama bilemiyorum içerisi hayli karanlık ve yüzünü seçemiyordum ayrıca o olup olmadığı da umurumda değildi.
Sokağın sonundaki üst geçitten geçerek karayolunun karşı tarafına geçtim ve yol kenarından doğuya yani eve doğru yürümeye devam ettim. Hemen ileride sağdaki minibüs durağında oturup,dinlendim biraz. Oturma grubu bulunan duraklar nefes almamı sağlayacaklardı yol boyunca. Otogara varmak için sabırsızlanıyordum, intikamım tatlı olacaktı,yerimden doğruldum ve hızlı bir şekilde yolu adımlamaya devam ettim. Yüzümü gökyüzüne çevirdim ve tek tük görünen yıldızları seçmeye çalıştım. Gördüğüm yıldızlara doğru nefesimi üfleyerek, bir gaz bulutunun içine hapsettim hepsini birer birer. Şeffaf bulutçukların onları sarıp sarmalamasını ve hemencecik özgür bırakmalarını izledim;yıldızlar gülümsüyordu artık...
Ara sıra geçen arabalardan durup beni almak isteyen olacak mı diye düşünmeye başladım bir ara. Arkamdan yaklaşan motor seslerine kulak kabartıyordum,yavaşlayan,kenara yaklaşan olacak mı diye. Öyle bir durum olsa da bu kez yürümeye devam edecektim,zaman tükenmek bilmiyordu kendisine yakışan bir biçimde ve ne çok zamanım vardı benim,istediğim her şeyi yapabilecektim! Kandıra sapağına doğru yaklaşırken,yolun karşısına geçmek için yine bir üst geçidin merdivenlerinden çıkmaya başladım. Köprünün üstünde ağır ağır ilerlerken,tam ortasında durdum ve kollarımı iki yanıma açarak,önce gittiğim yöne sonra da geldiğim yöne doğru gözlerimi odakladım ve ...
Altımdan bir açık kasa kamyon geçip giderken,üzerine atlamayı düşündüm. Şüphesiz gece yolculuğum bir anda bilinmeyeni çoğalan lanet bir diferansiyel denkleme dönüşecekti. Elbette atlamadım çünkü kamyonun kasası abuk sabuk metal hurdalarla doluydu ve daha az gençtim.
Köprüyü geçip hemen yanı başındaki başka bir minibüs durağında soluklanmak için durağın metal banklarına yapıştım. Nefes alıp verişlerim bir hayli hızlanmıştı ve bunu engellemenin tek yolu boğazımda açılacak kansız bir yara-delikti herhalde. Ayaklarımı kalça hizamdan yukarıya doğru kaldırıp kan dolaşımını beynimin lehine çevirmeye çalıştım ama pek faydası olmamıştı sanırım. Bacaklarımı ovuşturup etlerimi ve kemiklerimi uyardım biraz. Boyun hareketlerine başlamıştım;sağa,sola,sağa,sağa,sağa,geriye,ileriye,ileriye,daha ileriye ve... serbest düşme.
Başım iki elimin arasında denge vaziyetinde yere doğru bakarken,durak kabininin sağ arka köşesinde bir kıpırtı fark ettim ve başımı ani bir hareketle o yöne doğru çevirdiğimde,koyu gri renkli,yaklaşık yirmi santimetre boyunda gayet besili bir farenin gözleri bana çevrili olmasa da, kör numarası yaparak homur homur beni izlediğine şahit oldum ve kutsal olan ne varsa, hepsi adına yemin ederim ki tek şahit bendim. Hayvanı daha rahat gözlemek için yerimden doğruldum fakat hızla ortadan kayboldu;hep böyle ortadan kaybolmak zorundalar mıydı bu komik hayvanlar? Bu kez kaybetmeyecektim ama şişko fareyi,sessizce durağın arkasına yöneldim ve küçük bir toprak alanda,ıslak çimenlerin arasında hayvanı görebilmeyi umarak gözlerimi ve kulaklarımı çevreye odakladım. Belki de hemen karşıdaki inşaatın kayıp dehlizlerine koşarak yerleşmişti bile. Kediler ve fareler,fareler ve insanlar,kediler ve insanlar...Kahraman tombul fare izini kaybettirmişti bile ve bu duruma sinir oluyordum; sonunda kader,tuzak dolu ağlarını geceleyin karşıma iri bir fare bozuntusu çıkarmak için büyük bir özenle yıllar yılı uğraşarak örme becerisini göstermişti ve ben pası gole çeviremiyordum, insansal sınırlarıma yenik düşmüştüm yine ve kader, yaratıcısı üzerine merhametsizce ant içmişti, ağlarını bir kez daha örmemeye. Sevincim kursağımdaki özelleşmiş bir organelde kalmıştı...
Gözlerimi,kulaklarımı ve burnumu daha fazla yormayarak doğuya giden sancılı yolculuğuma devam ettim. Sapaktan sola doğru yumuşak bir yay çizdim ve Bekirpaşa’nın içinden otogara doğru yürümeyi sürdürdüm. Sola kıvrılan o güzelim zarif yayı çizmeyip karayolu boyunca yürümeye devam etseydim muhtemelen daha kısa sürecekti mesafe ama yol boyundan sıkılmıştım, biraz ara sokaklarda ve caddelerde yürümek istemiştim. Bir ekmek fırınının önünden geçerken, içerideki taş fırında muhteşem bir ateş bahçesi gördüm; dışarıdan o kadar sessiz,o kadar masum ve o kadar dünya dışı bir alev cümbüşü olarak görünüyordu ki, insan kendisini hiç tereddüt etmeden o sıradışılığın yakıcı güzelliğine bırakabilirdi. İçerisinin ışıkları kapatılmış olsaydı, fırının canı sıkıldığı için, kendi kendini ateşe verip, pişirdiği ekmekleri yiyebileceğine inanabilirdim; canlı bir ekmek fırını!
Köpek sesleri geliyordu gözümün ulaşamadığı sokaklardan,bahçelerden,binalardan yahut gaipten. Şimdiye kadar yapmış olduğum tüm gece gezinmelerinde, yürüyüşümü zaman zaman gerilimli bir havaya büründürmekte başıboş dolaşan sokak köpeklerinin üzerine yoktu. Bu duruma ancak dev kertenkelelerin oluşturduğu bir av sürüsü alternatif olabilirdi çünkü köpekler hep yanı başımızdalar ve ne zaman nerede karşınıza çıkacakları her zaman için büyük bir belirsizlik oluşturuyor. Bu konuda bir çok tecrübem olmuştu, her ne kadar korkmuyorum,alışkınım,bana bir şey yapamazlar diye düşünsem de, hayvanın davranışlarında içgüdüler büyük rol oynadığından temkinli olmakta büyük yararlar vardı; onların da canı sıkılıyor,onlar da huzursuz olabiliyorlar ve gecenin bir saati, insanların yuvalarına çekilmelerini büyük bir zekayla değerlendirerek, sokaklara iniyorlardı. Ayrıca hiç şüphesiz dostlarımız bu huzursuzluklarının bir şekilde mutlaka giderilmesinin yollarını da arıyorlardı ve bu konuda bir nebze vahşileşmelerinde de herhangi bir sakınca görmüyorlardı sanırım. Bu durumda gururla söylemeliyim ki, en güzel hareket tarzı, ‘ben de sizdenim’ formülünü uygulamaktır!...
Otogara çıkan anayola ulaştım ve yine sola,bu kez daha keskin ve gelişigüzel bir yay çizerek altımdaki geniş ve uzun asfaltı arşınlamaya başladım. Derin derin nefes alıyordum, gebermek üzereydim,laktik asit birikim seviyesi sürekli kırmızı alarm veriyordu. Ayaklarım tuhaf bir boşluk hissiyle kendi bildiklerine göre savruluyorlardı. İn cin top oynuyordu çevrede ve kimsenin gol attığı falan da yoktu, gerçi gol olsa da bağırıp çığıracak seyirci yoktu. Bir şeyler mırıldanmaya başladım:
Akşama doğru azalırsa yağmur,
Kız kulesi ve adalar.
Ah burda olsan çok güzel hala,
İstanbul’da sonbahar.
İki gün sonra İstanbul’da sonbaharı yaşamaya gidecektim, gerçi Ocak ayındayız ama malum buraların kışı oraların kışına benzemiyor,sonbaharın ikinci perdesi niteliğinde:Sonbaharson. Uzun zaman olmuştu İstanbul’a gitmeyeli; boğazını vapurla geçmeyeli, ki mutlaka yaptığım bir şeydir, puslu havasını solumayı,sokaklarını keşfetmeyeli ve insanlarına gülmeyeli. İstanbul, İs-tan-bul,tan-bul-is,bul-is-tan...
İstanbul’a ve diğer şeylere ait benzersiz sanrılarımla devinimime devam ettim ve en nihayetinde o büyülü,o kasvetli, o yeşiller ve siyahlar içindeki gelinliğiyle mütevazi otogarımız görüş alanıma girmişti, eğer serap görmüyorsam tabi. Biliyorum ki serap dediğin üç çeşittir: Ya çölde,ya kutupta ya da bir kadında ortaya çıkabilir! Çöldeysen masmavi gökyüzü kumların üzerini kadife yumuşaklığıyla sarıp sarmalar;gökdenizin içinde serinleme hayalleri görürsün. Kutuptaysan karşındaki heybetli ve kırılgan buzdağları bir anda ters dönüp başının üzerinde dans edebilir ve sen de kendinden geçmiş bir halde karlar kraliçesini arar durursun. Kadının serabı ise ancak ona bu ismin verilmesiyle ortaya çıkabilir şüphesiz!...
Uzunca bir
“huf” çektim;
hufffffffff...Kabanım var gücüyle abanmıştı omuzlarıma;beni çok sevmişti anlaşılan,tenim sıcak ve ıslaktı,iyice yapış yapış olmuştum üzerimdeki kışlıklarla. Yüzüm kuru ve soğuktu ama; ellerimle yanaklarımı,alnımı ve kulaklarımı ovuşturdum,gözlerimi açtım iyice,kirpiklerimi uyandırdım ve düğün salonunun giriş kapısına yöneldim.
Otomatik kapı,beni görür görmez sabırsızlıkla beklercesine kanatlarını hızla açtı ve içeri girmemi sağlayarak bir başkası için yeniden içine kapandı. Her taraf ışıl ışıldı ve pişmaniyeciler,kafeler,çay ocakları açıktı. Banklarda beklemekten halsizleşmiş birkaç yolcu, bana potansiyel müşteri gözüyle bakan mekan sahipleri ve polisler;insan profili buydu ilk bakışta ve ikinci bir bakışta bunun pek de değişeceğini sanmıyordum. Yazıhanelerin kuşattığı göbekten geçerek otogarın diğer tarafındaki kafe-lokanta kırması mekana doğru ilerledim. Sonunda kıçımı yaklaştıracaktım yere ve uzun bir süre öyle kalacaktım. Mekan her zamanki gibiydi;üç beş müşteri hayli yüksekte bulunan televizyona yakın oturmuş, kafaları düzgün bir paralellikle yukarı kaldırmış ilgisizce pinekliyorlardı. Oturdum hemen boş bir masanın boş bir sandalyesine, ayaklarımı uzattım boylu boyunca ve çay söyledim garsona:
Çay!
Kabanımı çıkarıp sandalyeye astım,cebinden haritayı çıkarıp masaya açtım ve yavaşça gezinmeye başladım. Bir fincan çayım da geliyordu işte;dumanı üstünde,ya buzlu çaydı ya da sıcak çay. Çay isterken bunu belirtmemiştim ama neyse ki sıcak çay gelmişti. Garson çocuk bitkin görünüyordu, kim bilir ne zamandan beri uyumuyor ve çalışıyordu. Ağzından laf almak için üzerine bastırarak teşekkür ettim ve nitekim öyle de oldu:
Afiyet olsun!
Fincandan cömertçe bir yudum aldım ve birkaç dakika içime dönüp ılık mistik bir ezgi eşliğinde sıcak çay moleküllerinin dağılımını ve hareketini duyumsadım. Bir yudum daha aldım ve haritayı incelemeye devam ettim.
Tam karşı masamda, sürekli bir şeyler geveleyip duran siyah kaplamalı çirkin Aselsan telsiziyle sivil bir polis oturuyordu;her zamanki sıkıcı görevinin başındaydı,belki de sonundaydı kim bilir? Sol kolunu masaya dayamış,sağ kolu bana doğru açılmış vaziyette Kocaeli gazetesini okuyordu yahut çok iyi bildiği bir biçimde okuyormuş gibi yapıyordu;çünkü beni gözlediği hissine kapılmıştım. Düşük yoğunluklu bir paranoya da olabilirdi bu hislerim; harita,yorgun bir profil,sabaha karşı,terminal,sivil polis...ha bi de top sakal!Bütün bu sayıklamalar bir paranoya yahut senaryo için yeterli olabilirdi sanırım. Şurası da bir gerçek ki şayet bir şüphe belirtisi varsa ortada, paranoya da sinsice bir köşede ellerini ovuşturarak bekliyordur mutlaka. Tabi paranoya denince aklıma tek bir kişi gelir hemen:Hitchcock.
Harita incelemek çok sık yaptığım bir eylem olduğu için pek de sürdürmedim gezinmeyi. İstanbul’da, Silivri’ye gitmeyi düşünüyordum, bu nedenle gözüm biraz takıldı o noktaya ve sonunda haritayı katlayıp aldığım yere usulca yerleştirdim;kimse fark etmemişti. Silivri...ilk kez göreceğim bir yer olduğu için bir cazibe kaynağıydı benim için. Deniz kenarında küçük bir ilçe ve bu ilçede yeni mesleğe başlamış çiçeği boğazında öğretmen arkadaşım. Uzun zamandır görüşmüyorduk,birkaç gün evinde kalmayı planlıyordum ve onunla görüşme isteğimin dışında ve diğer tüm durumların dışında kısa bir süreliğine de olsa beynimdeki habis dalgalanmaları dindirmeyi umuyordum; Silivri’de huzuru bulmak istiyordum...
Sağda solda gazeteler vardı, toparlayıp okumaya başladım. Bizim Kocaeli,Özgür Kocaeli,Kocaeli,Hanımeli derken ikinci çayı da cehennem çukuruna yollayıp,şişe su istedim. En son ne zaman su içtiğimi hatırlamaya çalıştım ama bulamadım yanıtı. Nedense çok az su içen biriydim, bu durumu tekrar düşündüm. Lise yıllarında beri bu durumu düşündüğümü düşünürsek, farz edelim 1990 yılından beri,on iki sene geçmiş olur. Haftada en az bir kere düşündüğümü düşünürsek,yılda elli iki kez, on iki yılda beşyüzyirmi artı yüz dört eder altıyüzyirmidört. Sonuç nedir?Sıfır. Aklın sefaleti yahut hayal gücünün çaresizliği. Belki biraz zorlamayla aslında bir insan olmayıp bir kaktüs tarafından çöl serabının etkisiyle var edilmiş olduğum sonucunu çıkarabilirim. Kaktüs serap görürken de arka planda bahtsız bir bedevi develeriyle ağır aksak çölü geçmektedir!
Büyük bir iştahla suyumu içtim;ohhhhh...kendime gelmiştim yeterince. Saate baktım,
beş buçuğu gösteriyordu. Dört buçuk gibi gelmiştim buraya ve bir saat kadar sonra yola devam etmek istiyordum.
Televizyonda TRT-1 açıktı. İlk geldiğimde bir film vardı şimdi ise hayvanlara dair bir belgesel başlamıştı. Filmi gece yarısında göstermişlerdi,tekrarıydı;dram-gerilim türünde mahkeme odaklı bir filmdi diyebilirim,izlememiş olsam da! Belgeselde ise türlü türlü belgeler sel gibi ekrandan akıp geçiyorlardı, belgesel değil sanki medyasel. Aslanlar, antiloplar falan, ilgi çekici bir şeyler yoktu. Yerler, içerler,çiftleşirler,dövüşürler ve uyurlar. Bütün türler için geçerli bir durumdu bu tabii. Belgeselciler ne yapsın yani,bir bakıma haklı adamlar ama şu çiftleşme olayını nedense belgesellemekte beceriksizler biraz! Halbuki anlatılanlardaki en sihirli an kurbağa da olsa,fil de olsa,uğur böceği yahut balina da olsa,dişi ile erkeğin tek vücut oldukları andır. Yabancı belgesel kanallarında zaman zaman gösteriliyordu bu eylem fakat devede kulak kalır yine de. Bir de,hala insanı şaşırtan ve tarifsiz hazlar veren canlı türlerinin yeryüzünün her tarafında sürekli keşfedilmesi fakat bu türlerin bir türlü belgeselleştirilmemesi veya zaten uzun yıllardır bilinen fakat aslanlardan zürafalardan fırsat kalmayıp ihmal edilen türler gerçeği var;mesela “Aksolot”. Ben bu hayvanı ansiklopedilerde keşfettim ve önünde saygıyla eğildim; hayvan Orta Amerika’nın soğuk göllerinde yaşayan bir tür amfibyum fakat amfibyumlardan bazı noktalarda ayrılıyor;mesela amfibyumlar hem karada hem suda yaşarlar ama aksolotlar sürekli suda yaşıyorlar ve neden derseniz,hayvan ömrünün sonuna kadar bir larva olarak yaşıyor ve solungaç solunumu yapıyor. Yani normalde,kurbağada olduğu gibi mesela, larva döneminden sonra akciğerler gelişir ve kara yaşamına başlarlar amfibyumlar ama aksolot bir türlü erişkin olamıyor,iri bir yavru olarak üremeye devam ediyor. Olayın ilginç bir başka boyutu biyologların araştırmalarıyla ortaya çıkıyor; aksolotlar doğal ortamlarından alınıp sıcak havuzlarda deney ortamına alınıyorlar ve yaşam süreçleri gözleniyor. Hayvanın mutlu sona ulaşamamasının yani erişkin olamamasının sebebi yaşadığı göllerin soğuk olması! Soğuk olmayan sularda diğer amfibyumlar gibi akciğerleri gelişip kara yaşamına geçebiliyorlar. Ve böyle bir mucizeyi yıllardır belgeselleri izleyen biri olarak hiç görmediğimi söyleyebilirim; unutulmuş bir tür:Aksolot. Mendilleri ihmal etmeyin!...
Kocaeli gazetelerinden birinin kültür-sanat sayfalarında birkaç yarışma dikkatimi çekme gafletinde bulunmuştu. İki tanesini not aldım; ilki 8 Mart Dünya Kadınlar Günü konulu, ikincisi ise Avrupa Birliği ve Türkiye konulu karikatür yarışmalarıydı. Yıllardır gelmeyen ilham belki gelmeye karar verir ve çizerim bir şeyler diye düşündüm;olmayacaktı ya...Üstelik bu tür yarışmalara göndereceğim bir karikatür hayatım boyunca çizdiğim ilk karikatür olma sevincini yaşayacaktı. Heyhat!
Bütün gazeteleri, okumam için yüklü miktarda para verilmişçesine büyük bir iştahla okuyup bitirdim. Kuytudaki kitabımı ise arzulamıyordum artık, kalbi kırılacaktı belki ama beynim yorulmuştu ve uygun bir atmosfer de yoktu zaten. Kafam gazete kağıdı gibi isliydi,bir süre göz kapaklarımı ödüllendirip,huzura kavuşturdum onları ve ölü toprağını eşer gibi sabırla zamanı biraz daha yaraladım;ölmek üzereydi artık.
Bir kez daha saati yokladım;altı buçuğu geçmek üzereydi. Kendimden izin isteyip masadan kalktım,hesabı ödedim,kabanımı yüklendim,son bir kez televizyona baktım;timsahlar göz yaşı döküyorlardı,son bir kez de garson çocuğa baktım ve hızla dışarıya yöneldim. Hava hala karamsarlık saçıyordu kendisini soluyanlara. Hem güneş saklandığı yerden kendini göstermemişti hem de siyah-beyaz bulutlar kasvetli sonbahar tablosunu bozmak istememişlerdi henüz. Güneş; her şeyi belirleyen, saptayan Tanrı. Tutuyor, çeviriyor, ısıtıyor, aydınlatıyor, soğutuyor, körleştiriyor,besliyor. Bir zamanlar Ra, yeryüzünün en kudretli tanrısıydı; bir şahinin çatık bakışlarında dünyayı gezer,insanlara bilgelik ve ışık saçardı. Ona iman eden güçlü krallar ona dokunabilmek,ondan ölümlerinden sonra da ışık alabilmek için dev piramitler inşa ettirmişlerdi;yükseğe daha yükseğe. Bugünse bulmacaların sefil kareleri arasında topu topu iki karelik bir toprağa sahip; bir güneş tanrısı:Ra.
Güneş ışınlarında D vitamini olması hep şaşırtmıştır beni,hala da şaşırtıyor. Yine aklın sefaleti ve hayal gücünün çaresizliği ve bu kez zorlama yapmayacağım. Bu durumu ilk fırsatta incelemeye karar verdim adamakıllı,kadınhisli ya da çocukruhlu.
Altından cılız ve kirli bir derenin aktığı köprüyü geçtim ve yirmi dört saat açık işkembecinin önünden geçerken içeriye baktım;adamın biri kafayı koymuş arka masalardan birine, iki elini de masa yüzeyine yapıştırmış bir konumda bol taneli işkembe rüyaları görüyordu. İşlek bir yer olmadığı halde yirmi dört saat açıktı ve sanmıyorum ki,bir elin parmaklarını geçsin gece yarısından sonra gelen müşterilerin sayısı. Vaniş’i hatırladım yine; ne demişti;iki yakam bir araya gelmiyor geç saatlere kadar çalışmama rağmen. Gerçi adam hangi iki yakayı kastetti bilemiyorum tabii,göreceli bir durum yaka meselesi. Sonuçta bir kont veya prensti o,ihtiyaçları vardı ve Romanya’ya gidip geliyordu ufak tefek işleri için! Bol taneli işkembe rüyaları gören çorbacılar kolay lokma oluyordur herhalde onun için.
Yürüdüm,yürüdüm,yürüdüm. Bazı yokuşlar canımı çıkarmıştı bu arada hatta bir ara dalgın dalgın çıkmaz bir bayıra girmiştim; yabancılık hissiyle,nerdeyim ben,rüyada mıyım durumu falan olmuştu. Neyse ki görüş alanım her zamanki gibi harika bir manzaraya sahipti ;sabah sus pusluğu içinde karşımdaki, üstlerine kar serpilmiş sıradağlara,ovaya,körfezin görünen ucuna doğru bakmak,üstelik soluk soluğa, ulaşılması imkansız bir doruğa çıkmış gibi olmanın yaşattığı hazla gözlerimin önüne kutsallar tarafından serilmiş bu manzaraya bakmak bambaşka bir zevkti. Sağdan soldan arada bir insanlar belirmeye başlamıştı;kimi aşağı doğru yürüyordu,kimi de duraklarda beklemeye koyuluyordu. Hepsinin ağzından ve burnundan içlerinde büyük bir yangın sönmüşçesine dumanlar çıkıyordu;gece ateşli geçmişti anlaşılan. Kafalar öne eğilmiş,kimi ayağının ucuyla yer üzerindeki ince kumları dağıtıp birleştiriyor kimi de burnunu kaşıyıp duruyor ama muhtemelen hepsi hala rüyalarını veya kabuslarını düşünüyorlar ve eksik parçaları tamamlamaya çalışıyorlar.
Son bir yokuş kalmıştı,bunu da çıkınca sıcak yuvama varmış olacaktım. Heybetli görünümüyle birleşik dört parça halinde göğe doğru yükselen, yüzlerce odasında binlerce anıyı barındıran üst üste,yan yana yaşanılan kirli sarı ve kahverengi apartman bloğu gözüme ulaşılmaz görünüyordu artık. Son bir çabayla düzlüğe çıktım ve yürüyüş parkurumu tamamladım. Binayı arkama alarak son bir kez dağlara doğru baktım,binanın hemen yanı başındaki küçük kayalık tepecikten aşağı doğru parçalanarak dökülen birikmiş yağmur sularının sesini dinledim,derin bir nefes aldım,yukarıya altıncı kata doğru baktım,yere tükürdüm ve apartman kapısına yönelip,içeri girdim;sıcak...
Genellikle, hemen girişte bulunan kalorifer peteğinin dibinde uyuklayan avcı kedimiz ortalıkta görünmüyordu, hangi delikteydi acaba? Birkaç saat önce minibüs durağında gördüğüm kıpırtı geldi aklıma, gülümsedim ve gözlerimin altındaki torbaları hissettim ilk kez. Asansörü çağırdım,hemen geldi koşa koşa. Bir tokat patlattım kapısına nedensizce ve içine girdim. Aynada kendimi gördüm,sırtımda artık biçimsizce asılı duran siyah kabanımla ve kurumuş donuk dudaklarımı ıslattım, ürkek dilimle. On saniye içinde içinden çıktım asansörün ve dairemin kapısının önünde dikilip,anahtarı kilide soktum. Bir sorun vardı, lanet olsun kilidin diğer tarafında da aynı anahtardan vardı ve çıkmaya hiç niyeti yoktu. Çıkarken dikkat etmemişim,kahretsin. Çok kızdım kendime ama nafile,zili çalacaktım kaçınılmaz olarak. Biyolojideki anahtar-kilit modeli üzerine küfürler savurmaya başladım içimden ve dışımdan. Zile kim tepki verecekti acaba? Favorim annemdi;sese,kokuya ve her türlü duruma karşı oldukça duyarlı biriydi ne de olsa. Bir kez çaldırdım zili kısa süreli olarak ve beklemeye başladım,olmadı,bir kez daha...Nihayet. On yıllardır başına konmayan talih kuşu sonunda bir hafta sonu ortaya çıkmıştı ve şimdi şans ondan yanaydı: Babam.
Duruma dair birkaç kısa cümleyle artık içerideydim ve... iyiydim.
Çabucak soyundum, saatlerdir ateşi harmanlayan bedenimi havalandırdım ve salondaki koltuğa attım kendimi;birkaç saat önce üstünde gerilerek derinleştiğim koltuğa. On dakika kadar kalbimi dinlendirdim;uzun ve çarpıcı bir kana bulanma süreciydi. Kalbe ilk atımını sinsice ödünç veren ve bir gün onu geri alan güç bir kez daha aynı müşterisine borç verir miydi acaba? Cevabı düşünürken yerimden doğruldum ve müzik setine yöneldim; müzik, sadece müzik...Bütün o bitmek bilmez oyalayıcı soruları silip atmıştım kafamdan; her şey müziğin içinde görünmezlik boyasına bulanmıştı. Kanepeye uzandım. Gözlerimi kapattım;göz kapaklarımın titremelerini durduramıyordum. Birazdan duracaklardı nasıl olsa,tonlarca yükü taşımaya son vermek zorunda kalacaklardı, baştan aşağı çözülüyordum. Gri olan ne varsa hepsi birer ikişer renk değiştirip yeni bir tablo oluşturmuşlardı; sonsuzluğun huzur veren resmiydi bu....
Milyon renkli,binbir kokulu gökyüzü çiçeklerinin ortasında, kutsalların yitik parçalarını bulduğum unutulmuş bir kristal kürede uyuduğumu düşlemeye başlamıştım. Uyuyor, göz sürülmemiş rüyalar görüyordum, bakir rüyalar. Rüyalarımdan birinde, ansızın karanlık bir huzursuzluk giriyor içime,bir damla göz yaşı dudaklarımın çatlaklarına sızıyordu ve bir yolculuğa çıkıyordum. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, varlığın yoklukla hiç durmadan seviştiği, rüyaların iç içe geçtiği, başı sonu olmayan biçimsiz bir labirentte peynir bulmaya çalışan turuncu benekli farenin peşine takılıyor ve bir daha geri dönmüyordum, kayboluyordum.
Ocak 2003, Silivri-İzmit